Bazı zamanlar düşünürüm kendi kendime hayata dair. Kimi zaman insanlar; kimi zaman para; kimi zaman savaşlar, kimi zaman kutup ayıları… İtiraf etmeliyim ki bu düşünceler arasından en çok da “aşk” uğrar zihnimin kapısına. Hatta yıllardır o kadar bir parçası oldu ki nöronlarımın, zile basmasına gerek yok, yedek anahtarı var bin bir gözlü bohçasında...

Tüm bu süslü kelimelerimle anlatmak istediğim şey şu ki: aşk, yaşasam da yaşamasam da hep aklımda. Üst katımda, yan sıramda; filmlerde, kitaplarda; dostumda, düşmanımda; kafesteki muhabbet kuşlarımda...
Sevgi kadar ömrü uzun olmasa da, “aşk” bu, yüzyıllardır hâkim insanlığa.

Bu bir aşk yazısı, evet. Aşk hakkında ama aşk kokmayan. Aynı anahtarla zihnime konuşlanan fakat diğer akrabalarından farklı olan. Demiştim ya aşkın bin bir gözlü bohçası diye, işte belki de bu eksik kalmış bin ikinci göz. Bütün börtü böcekli; mutluluk ve ihanet arası emsallerinin arasında unutulan, çok fazla konuşulmayan. 


Mesela ben, kendi adıma ne çok konuşurum aşka dair, ne çok yazarım. İlk aşkım da var, son kabul ettiğim de. Bir de arada aşk sandığım duygusal yakınlıklar.  Etrafıma bakıyorum da, neredeyse kimi tanıdıysam hep aynı, ben gibi. Sorsak herkesin dilinde benzer değil midir aşk hikayeleri?


Hele ki ilk aşk…
Ne de güzel şey değil mi?
Hani o ilk heyecan, telaşlar. Kızların karnında uçuşan kelebekler; erkeklerde dörtnala atlar. Karşı cinsi ilk keşfettiğin anla başlayıp, önce kalbine sonra tenine dokunan duygular. 


Peki, ya bizim gibi ilk aşkla, çocukça ve masumca, tutkuyla, hırçınca tanışma şansını hiç bulamayanlar? Belki de aşkın kelime anlamını dahi öğrenemeden bu dünyadan göç edip yol alanlar…

Aslında hepsini çok iyi tanıyorsun. Tanıyorsun ama hiçbir zaman oturup böyle düşünmüyorsun...

Elinde silahı, daha ergen sivilceleri kurumamışken kıytırık asker eğitimi ile yem olmaya gönderilen Ali.
Mahallesindeki tüm delikanlılar gibi, muhtar emminin dünya güzeli kızına hayranlık besleyemeden ölen abisinin karısıyla evlendirilen Hüseyin.
Çok sevdiği bakkal amcası pedofilik bir sapık olan Ayşegül.
Ayşegül kadar “şanslı” olamayıp da, bir de tecavüzcüsüyle evlendirilen Neriman.
Anne ve babaları tarafından karşı cinslerine karşı doldurulan, daha kadın-erkek farkı nedir bilmeden içleri nefretle dolan, hatta beki de potansiyel bir “karşı cins düşmanlığı” rahatsızlığı taşıyan Onur ile Oylum.
Reşit olmadığından, eline tutuşturulan silahla kanlısının canına kıydığını "itiraf " etmek için karakola doğru yürüyen Halit.

Daha tohumken, içinde doğup büyüdüğü tarikat ortamında aşka karşı beyni yıkanan ve aşığım diyenin namus hesabını bizzat kendisi soracak olan bir fidan: Hüseyin.
Akraba evliliği ya da ensestin gelenek kabul edildiği bir paralelde yaşayan Nurdan.
Babası tarafından, babası yaşında bir adamla evlendirilen Burcu.
Daha ilk adet kanaması gelmeden ailesi tarafından bağ, bahçe ve bir avuç sikkeye satılan Ü.....

Bu çocuklar, gençler ve niceleri…
Bunların da oturup benim gibi düşündüklerinde akıllarına gelen aşka dair sahneleri var mıdır zihinlerinde bir yerde?
Ya da durun, şöyle sorayım: Bu insanlar aşk hakkında düşünüyor mu sence?
Bendeki de laf. Desene “hayat hangi konuda adil ki aşk konusunda da olsun ?” diye.


Aşk…
Dile pelesenk olmuş, klişeleşmiş bir kavram. Elle tutulmaz, gözle görünmez; sadece üç harfli duygusal bir zaaf. Uzaktan bakınca aynen böyle sanılır, oysa içine girdiğinde bilirsin ki: Aşk, aslında insanın ölümüne dek ne denli insanca yaşadığının kanıtıdır.
Sahi,

Ünzile kaç koyun ediyor?

dinle: Ünzile