Paralel evrenlerde değil, aynı evren içinde,
 Hemen yanıbaşımda, karşı binamda bir pencere.
 Gündüz kapalı panjurları, ayrı bir gizem, ayrı bir kuşku,
 Geceleri açılan tek bir panjurun sesi, adeta alarmı çalan guguk kuşu.

 Gel zaman git zaman alıştı düzene bu bünye,
 Panjur sesini duymamla beraber gözüm dalar oldu o pencereye.
 Zaman zaman aklıma düşer, "kimler, ne yaşarlar?" diye,
 Baktıkça hep aynı gölgeyi görürüm gece vakti loş ışığın göbeğinde.

 Gün olur, hafta olur, ay olur, yıl olur.
 Her gece aynı saatte orada, flu da olsa yerine kurulur.
 Merakım ağır basıyor, o cama gelene kadar uyuyamıyorum,
 Geldiğindeyse, panjuru kapatana kadar uykuya dalıyorum.

 Ama bu gece farklıydı, bu gece kararlıydım.
 Kim ve neden her gece orada olduğunu sonunda anlaycaktım.
 Karanlık salonumun penceresindeyim, önümde kafeini bol bir kahve,
 Panjuru açılıyor, nihayet saati geldi, o yerinde.


 Elimde dürbün, perdenin aralığından ona baktım.
 Bakmamla beraber tüm kahveyi üzerime boşalttım.
 İkimizin de gözleri arasında sadece bir dürbün merceği,
 Nasıl orada olduğumu bildi de gözlerini bana çevirebildi?

 Yanaklarında gözlerinden de büyük gözyaşları,
 Çenesinde küçük elleriyle taşıdığı kafasının ağırlığı.
Şehir susmuştu, saat geç, şehir uykuda,
 Arkasına aldığı loş ışıkla bir kız çocuğu orada.

 Ne 'kim' olduğunu sorguladım, ne de 'nesi' olduğunu,
 Zira gerek de kalmadı, göz göze gelince tanıdım ben onu.
 Hemen perdemi kapattım, bacaklarımda dökülmüş kahvenin ıslaklığı,
 Yatağıma koşarken düşündüm de, kaynamış su bile merakım kadar bedenimi yakmamıştı.

 Yorgunum, uykum geldi, hemen uyumak istedim, 
 Her zamanki gibi sımsıkı yastığıma sarılıp, dizlerimi karnıma çektim.
 Olup bitenleri sorgulamadan, üstüne bir de unutarak,  
 Bembeyaz yorganımın altında, dürbünüme veda ettim.