(ANTI)² DEPRESAN

YAŞASIN KÖTÜLÜK

BOŞ KÜME

Sayfalar

Nini şimdi oturum açtı. 
Siz neredesiniz?

Geçtiğimiz hafta sonu canım sıkıldı ve oturup eski yazılarıma baktım. Çoğu ne kadar da toy, nasıl da naifler. Dağınık cümleler, imla hataları... İnsan bir garip oluyor kendi yazılarını okurken; "o" günü, ne hakkında yazdığını anımsarken.

Tam bir nostalji oldu benim için. Hani şu MSN'in adı her geçtiğinde ya da 90'lardan bir şarkı çaldığında düşen sıcaklık vardır ya içimize, ha' tam da o oldu. Isındım. Hele sizden/okurlardan aldığım yorumları okuduğumda... Bir de sözlüğümüz varmış; ismim altında ayaklarımı yerden kesecek yorumlarla... Tabii bu bahsettiğim 10 sene öncesi!

Daha blog yazarlığının popüler olmadığı yıllarda, etrafımızda Instagram ünlüleri at koşturmazken yazıp okurdu burada insanlar. Hatta kemikleşmiş bir kadro bile vardı. (gülücük) (Bakın, bu gülme efektim de geçmişten, hatırlayan vardır belki)

Peki, bunca yıl içerisinde hiç yazmadım mı? Yazdım. Ancak, buraya taşımadım. Şimdi yeniden heveslenmişken belki de buraya haftada bir de olsa uğrarım.

İyi gelen şeyler kendilerini unutturmuyorlar gördüğünüz gibi. Yıllar sonra, teknoloji ve sosyal ağlar bu denli gelişmişken yine burada olmak mutlu ediyor beni.

Buradaki naif, eğlenceli, yer yer de agresif olan beni ben de çok bekledim.
Ve şimdi oturum açtım işte ama bilemiyorum: Kimler çevrim içi?






Ah.

Psikolojik ve sosyolojik bir mücadelenin içindeyiz...

Bundan yıllar önce, 2012'de, bir yazı okumuştum.
Tam da Dağlıca (okumak için tıktık) olayının ardından. Yeniden kendini sıklıkla hatırlatmaya başlamıştı terör. Linklediğim yazımda bir liste var, o sıralarda "sadece" beş satır. Şimdi listelemeye kalksam yanımda durup buz kesmiş elimden tutacak cesaretiniz var mı? 
...
Okuduğum o yazıda şöyle bir şey diyordu yazar:
Günümüz Türkiye’sinde terörün gündelik haberler arasında yer almaya başlaması ve toplumun buna sessiz kalması, bir toplumun yok olmasının yolunun o toplumun değer yargılarını aşındırmaktan geçtiği gerçeğini akıllara getirmektedir.
Ne kadarı doğru? 
Aşındığımız kesin. Peki, aşınan gerçekten değer yargılarımız mı?
Neden sessiz kalıyoruz? Umursamıyor değiliz. Üzülmüyor değiliz. Görmüyor değiliz. Hatta 2012'den farklı olarak artık ölmüyor da değiliz.

O halde olan ne?
Kanıksıyoruz. (TDK /1. -i Çok tekrarlama sebebiyle etkilenmez olmak, alışmak)

Maruz kaldığımız bunca saldırı ve ardından yapılan algı/medya yönetimiyle durumu normalize ediyoruz.
Üzüntümüz hep aynı. Sadece daha çabuk "toparlanıyoruz". (Halı altına süpürdüğümüz tozlardan nefes darlığı çekene kadar)
Bir yerlerde başımıza bir şey gelir mi korkumuz, bundan bir yıl öncesine göre çok daha az. (Daha fazla korkmamızı gerektiren onca saldırı düzenlenmiş olmasına rağmen)
Ve şimdi yüzleşip kanıksamak üzere olduğumuz yeni iki olgu daha var, "Yalnız bir insan ölmüyor, onun yakınları, umut da ölüyor." ile "Sadece yabancılar değil, senin de yakınların ölmeye başladı."
Bir süre sonra bunları da kanıksar mıyız? İlki belki ama ikincisi çok güç.
Gerçekten bir yabancının değil de kendi canın yandığında, değil kanıksamak, nefes almak bile çok güç.

İşte, bu yüzden girişte sorduğum sorunun yanıtı belli. Sizinkini bilmem ama benimki belli: EVET. Kanıksamayı otomatiğe bağladığımız günümüz koşullarında, kanıksayamayacağımız şeyler yaşamadan önce kaybettiklerimizle yüzleşecek "cesareti" kendimizde bulmalıyız.

Psikolojik ve sosyolojik bir mücadelenin içindeyiz. Bu mücadeleden daha fazla birbirimizi kaybetmeden, "ah" etmeden kurtulabilmemiz umuduyla.

10 Aralık 2016 saldırısının ardından.

"Babam"

Adeta burnundan düşmüşüm.
Selam,

Freud'lu mizansenlerim haricinde bu cümleyi okura açık ilk kullanışım. Sana karşı hiç söyledim mi hatırlamıyorum. Düşününce illa ki seslenmişimdir ama iyelik ekinden emin olamadım şimdi.

Normalde hikâye karakterlerini oturtmayı severim okur gözünde. Ne yer ne içersin, aramızda ne olmuş da kaç senedir ne haldeyiz gibi boşlukları doldurmak; az biraz seni gözlerinde canlandırmaları için tarif etmek gerekirdi ama başlıktan da anlaşılacağı üzere bu sadece bir mektup. O yüzden zaten bildiğin detaylara burada yer yok.



Boğazlı kazak boğazımı sıkıyor diye tişört giyerdim bir zamanlar montumun içine. Öylesine ortası yoktu hayatımın. İşte, tam da o sularda takıldım kaldım ona. Kaç yıl geçti hâlâ ortayı bulamadım.
Ben böyle yazıyorum ama şikâyet gibi okunmasın. Böyle yaşamayı seviyorum, uçlarda. Doğrusu, karşılığı, varlığını, ondakini tartışmadan. Mavi sevmeyi seviyorum, o göz kırptıkça.









Ayaklarım sırılsıklam. Sandaletlerimin arkasını çözüp, tamamen çıplak bırakıyorum onları.
Garip bir heyecan duyuyorum ıslak asfalta basmaktan. Çimlerin, toprağın iyi geldiğini bilirim de, asfalta neden basma çabam var anlayamıyorum. -Hoş, sorgulamıyorum da-

Birkaç yumuşak adım atıyorum. Ardından biraz daha sert. Niyetim, yağmur suyunu bacaklarıma da sıçratmak. Hafiften kirli bir rengi var. Normal yağmur damlalarından ayrışıyor bakınca. Saniyeler içinde akıp gidiyor o bakır rengi toprak damlaların arasından.

Ve en sevdiğim... Saçlarım sünger gibi çekiyor tüm suyu. Baştan aşağıya sırılsıklamım. Islanmaktan yana hoşlanmadığım tek şey akan maskaram. O da yüzümü siyaha boyayıp, çirkinleştirdiğinden değil; gözlerimi açamadığımdan... Öyle yanıyor ki! O yüzden etrafımdakileri bana siz anlatın. Zira, ben kendi kendine, şehrin merkezinde yağmurla eğlenen bir kadınım. Ancak, dışarıdan pek de normal karşılanmadığım kesin.

Kim ne der, neye bakar sorgulamadan bu kaosta biraz nefes almak istedim. Çünkü, çoğunluğunun çekindiğinin aksine; sırılsıklam olmak bazen gereklidir.
Hayal et.

Bir şehirdeyiz seninle. Yüksek ve tarihi binalarla çevrili etrafımız. Başımız dönüyor. Bendeki tarih sarhoşluğu da, sendeki birkaç hızlı içilmiş yerel bira olabilir.

Sıcak esiyor rüzgâr. Soğuk bir şeyler arıyor dilimiz ve kurumuş damağımız. Ama bir yere oturmak yerine dikiliyoruz ayakta. Hiç itiraf etmesek de sanki zevk almaya başlıyoruz bu yoksunluktan; elimizin altındakinden ayrı düşmekten.

Her geçen dakika daha da kalabalıklaşırken etrafımız, oksijeni azalmış bir odaya dönüyor koca meydan. Yetmezmiş gibi o beğenmediğimiz sıcak rüzgâr bile terk ediyor bizi. Daha da ısınıyoruz. Daha da ısınıyor şehir. Derken bir adım daha atıyorum sana doğru. Ve sen anlamışcasına eğiliyorsun. Fısıldıyorum: Bu güzel meydana kıyabilecek miyiz?

Düşünme diyorsun her zamanki gibi. Yarını düşünme.

Aslında sevmiyorum yanıtını ama seninle aynı taraftayım. Ne kadar dirensem de devam etmekten alıkoyamıyorum kendimi. O yüzden gülümsemeni istiyorum. Çünkü sen gülümsersen ben düşünemem. Sen dokunursan ben düşünmem. Sen öpersen ben düşünmenin ne demek olduğunu dahi bilmem... Bu da benim bahanem oluyor. Pek zekice ve inanılır değil, farkındayım. Ne kadar da klişe: zaafım, suçumun bahanesi.

Düşününce, uğruna en sevdiğim şehrin, vazgeçemediğim meydanına kıyacak da değilim. O halde ne bu? Düşünme diyorsun. O zaman sen düşün de kimseyi huzursuz etmeden, patlatmadan, bu meydanı ayakta tutabilelim. Nasıl olması gerektiğini bilmiyorum. Bildiğime emin olduğum tek şey bir kelime: Lütfen.


Bazı şeyler vardır. Öyle kafana göre deneyimleyip vazgeçmemen gerekir. Mesela helyum gazı. Mesela one night stand. Mesela dolu küvete sokulan saç kurutma makinesi ya da poşete sıkılıp solunan soğutucu. Örnekler uzar gider. İşte, antidepresanlar da tam bu listeye layık. Öyle alıyorum deyip alamaz, bırakıyorum deyip terk edemezsin.

Şimdi daha sade ilerlemek için antidepresana bir isim vereceğim. Hikâyeleştirmemiz daha kolay olsun. Bence Cemil güzel.


Bir dk. Önce o eli bir indir!
Şimdi bu Cemil ile ilk tanışmada biraz gergin oluyor insan. Hayatıma ne katacak ki, ufacık, fıdıl haliyle beni nasıl mutlu edecek ki...
Öncelikle şunda anlaşalım. Cemil'i hayatına mutlu olman için sokmuyor kimse. Ona böyle sorumluluklar yükleme.

Bebe aspirini mi bu?
Vücudun da benliğin de başlangıçta direniyor Cemil'e. Bazı bazı Cemil'ler dişlerini sıkmana, çenenin ağrımasına, gece kabus görmene neden olabiliyor. -Yazının tümünde ortalama ve başlangıç dozundaki bir Cemil söz konusu- Ama sonra yavaştan alışıyorsun. Ne olduğunu anlamadan iyi geliyor Cemil sana. Etrafta iyi de ne değişti, ben öyle mutlu değilim ki diye dolaşırken, Cemil aslında senin yerine dengeni koruyor, eksik serotonini salgılatıyor vs. Burada birtakım bilimsel detaylar da yazabilirdi ama bu yazının konusu o değil.

Derken...
Birlikte ortalama bir hayat sürerken, bir süre sonra bir fikir düşer aklına: Bence Cemil'i artık terk edebilirim.
Bazen nedeni olmaz, bazen olan nedenler incir çekirdeğini doldurmaz. Konu her ne olursa olsun hemen git dememelisin Cemil'e. Cemil giderse üzülürsün. O üzüldüğü için değil, Cemil kapış kapış kapılıyor...


Sahne 1
Başta her şey güzel gelir. Tıpkı uzun ilişki sonrası terk edenin hissettiği özgürlük hissi gibi. Vücudun senden daha önce fark eder Cemil'in yokluğunu. Onsuz ne yapacağız? şimdi diyerek salgılar ilgili hormonları vücuduna ve sen hiç olmadığın kadar iyi hissedersin. Daha fazla neşe, tat, duyu, libido... Ne de güzel geldi sana Cemil'siz hayat!
-Ta ki vücudunun onsuzluğa tamamen uyandığı ve dayanıksız hissettiği ana kadar...-

Sahne 2
Sonrası depresif, sonrası ağrılı...



Ortalama da sahne 1 ve 2 mutlaka yaşanır. Tabii biri olmadan diğeri de yaşanır... Öyle ya da böyle. Sonuçta, nasıl yavaş yavaş alıştıysan Cemil'e, öyle terk et onu. Öyle ha' dedin diye çıkmaz Cemil hayatından. Çıkamaz. Çıkmamalı da.

Bırak elinde ne varsa. Ne işin girsin aramıza, ne de patlayan sokaklar. Ağlayan duvarlar, kanlı kaldırımlar.
Ne korkular, ötekileştirmeler uzansın yatağımıza; ne de ezberden konuşulan doğrular.
Varsın, hemen şimdi yerle bir olsun dünya biz birbirimize dokunduk diye. Varsın korkudan değil de heyecandan titresin içi bizi görenlerin.  En az senin hissettiğin kadar hissetsinler tene değen teni. En az sen kadar terlesinler artan adrenalinden. Ve en az sen kadar tadına varsınlar mutlu olmanın, mest olup doruğa varmanın. Bilsinler sen kadar değerli hissetmek ne demek. Bilsinler sen kadar zevkle nefes vermek ne demek. Bir kez, sadece bir kez gerçekten bencil olsun, tüm duygularına doysun yürekli geçinen yürekler... Yeter ki sen direnme ve sev sevgili. Boşver kopan fırtınaları ve sadece birkaç saatliğine de olsa sev beni. Şimdi, bu gece başla ve her gecen, her gecemiz,son kezmiş gibi sev. Zihnini boşalt, bedenini boşalt ve sev. Sevişmek aslında neydi hatırla ve evet, sev, sev, sev sevgili.

Ne büyük nefretler kalsın içinde, ne söndüremediğin kızgınlıkların ne de heybendeki sorumlulukların.
Def et. Denize bırak kendini. Gözlerini kapat ve sadece beni hisset. Beni. İçindeki beni. İçimdeki seni. Sudaki balık kokusunu. Yaşamın kokusunu. Benim kokumu. Hisset.

Kendini bana bırak. Kendini sana bırak. Kendini bırak. Kime bırakırsan bırak ama yeter ki bırak.
Kim varsa umudunu kaybeden, bizimle ona ışık tut sevgili. En boşvereninden seviş ki bu defa günaha davet edelim biz gibileri...
1, 2 ve 3.


Eski bir yazıya gönderme: Yaşasın Kötülük

Adam yüzleşti:
Gitme der gibi baktı bana ama ben gittim.
Dönmek üzere de olsa o bana böyle bakarken ben gittim...
Kim ne derse desin, dönmüş olsam bile, ben bir kez gittim.
Böyle o bakarken gide gide hem onda kendimi bitirdim hem ben bittim.
Duramadım, döndüm ama sonra yine gittim.
Zaten onun için ikinci seferden sonra bile hiç dönmemiştim.
Sadece bittim.
Metrodayım...

Yerin onlarca metre altında bir vagonun içinde karşımda duranlara bakıyorum. 
Bacaklarım ağrımasa İngiliz Kraliyet Ailesi mensubuymuşum nezaketinde gözüme kestirdiğim amcaya yer vereceğim. Zira yaşça biraz geçgin, halce bir hayli yorgun görünüyor. Ama yeniliyorum kendime. Öyle titriyor ki bacaklarım, kalkarsam düşerim diye değil de görenler bakar durur stresiyle oturuyorum nazik yerimin üstüne.

Amca bakıyor yüzüme... 
Gözlerimi kaçırıp sola dönüyorum, belki benden de genç simalarla dolu uzun bir sıra... Sağa dönüyorum yaş ortalaması biraz daha yüksek ama her biri ayaklanabilir yer vermek için amcaya. Derken yanımdaki kalkıyor. Boşalan koltuk için amca harekete geçiyor ama ardında bir ton poşet, çanta. Baktım kimse yardım etmiyor kalkayım diyorum birkaçını tutmasına yardımcı olmaya. Sonrası dram, sonrası metro gerçeği... Kalmış 8 durak son lokasyona. Amca da ben de yanyana devam ediyoruz yola, -ayakta-.
Bu yazı öylesine, nereye varırsa...
Ben de zaten öylesine bir insanım, ismim Lorensa

Hayat ne kadar da garip. Şimdi, şu saniyelerde dünyaya gelen binlerce bebek var. Annelerinin gözlerinden burun kemerlerine yaşlar süzülüyor. Binlerce yeni çığlık, binlerce kesilmiş göbek bağı-hoş geldin kurdelesi. Öte yandan yine aynı saniyeler ölüme ev sahipliği yapıyor. Binlerce insanın enerjisi sönüyor ve hayata veda ediyorlar. Arkalarında sürüyle üzgün insan...

Ölmekten korkar mısın diye sorsanız, "hayır" derim. Korktuğum ölme eylemi değil, nasıl öleceğim... Canım acıyacak mı; yanacak mıyım yoksa boğulacak mı? Ama bundan da ötesi, ardımda bırakacaklarım. Düşüncesi bile üzücü, ürkütücü. İyisi mi düşünmeyeyim. Zaten konum da aslında ölüm değil. Sadece kelimeler beni nereye götürüyorsa oraya sürükleniyorum.

Aklımda yine ölüm- yine mi ölüm-!
Kim bana söyleyebilir ne zaman öleceğimi? Ya da kim aynaya bakıp "bunlar son günlerim" diyebilir durduk yere kendisine?  Kimine göre de ölüme karışmak kulun ne haddine?
Peki, bana söyleyin: ölmeyecek gibi yaşamak da neyin nesi o zaman? Nereye koşturuluyor "ardımda iz bırakacağım" masalına inanarak?

Hayat ve tecrübelerin herkese olduğu gibi bana da öğrettiği bir şeyler var. Bunlardan biri de büyük konuşmamak... Küçüklüğümden beri öyle farklı hayaller kurdum, öyle duvarlar ördüm ki kendime, şimdi bunlardan adım adım uzaklaşıyor olmak şaşırtmıyor ama kırıyor beni. Bir nevi ayak uydurma, sisteme direnememe-boyun eğme gibi.

Asla yapmam dediğim şeyleri yapıyor; aşağıladığım tavırları kendimde görüyorum bazı bazı. Çirkin, şikâyetçi hatta agresif bir yapıya bürünüyorum elimde olmadan. Zaman geliyor en korktuğum şeyi yapıyor, kalp kırıyorum. An oluyor kendimi en çok eleştirdiğim kişinin gölgesinde buluyorum.
Neler oluyor bana anlatabilecek olanınız var mı? Hayatın gidişatında sürüklenmek mi yoksa kendini koyvermek mi bunun adı?
Sorular, sorular, so-ru-lar kafamda...
Cevaplar aranıladursun, benim derdim masumiyeti kaybetme korkumla!

Sahi, söylesene:
Garip olan ben miyim yoksa hayat mı?
Garip olan sen misin yoksa hayat mı?
Garip olan biz miyiz yoksa hayat mı?

Bizim de yaşam enerjimiz elbet sönecek bir gün,
artık sonumuz nereye varırsa...
Ben herkesin içinde bir yerlerdeyim, 
benim ismim Lorensa!




Küçücük.
Birbirinden dağınık milyarlarca tane. Birkaçı burnumun üstüne konuşlanıp kendini bırakırken indiği yerde, bir diğer grup saçlarımın arasında yok oluyor. Dokunmak istiyorum. Bakmak istiyorum gerçekten hepsi de altı köşeli kristaller mi diye... Sonra banane bilim yanından diyerek avuçlarımı onlara doğru açıyorum. Parmaklarım yakalamak istiyor taneleri. Yakından. Daha yakından tanımak istiyorum saniyesinde yok olacaklarını bile bile. -Ama alışılmış ironi ile, elimde eldivenlerle.- İşte o an babam fısıldıyor kulağıma "Koruma iç güdüsü..." Susturuyorum tabii. -Evvelde de çoğu kez yaptığım gibi.-
Çocukluk oyunumu hatırlayıp, ağzım açık göğe bakarken kar tenelerinin dilimde, dudaklarımda eriyişini hissediyorum. Eldivenle parmaklarımdan esirgediğim kar naifliğini daha gerçek yaşıyor böylece ruhum.
Seviyorum.
Küçücük, birbirinden dağınık milyarlarca pamuk tanesinin masum uçuşmalarını izlemeyi seviyorum...

Derken üşüyorum.
Tabii bir de düşüyorum.
Aşağı inmeyi bırakan her bir kar tanesiyle daha da çok soğuyor hava.
Çok soğuk. Nasıl bu kadar soğur diyorum.
"Erimek için ısını emiyor." diyor yerdeki karlar için dış ses bana.
Aklıma yatıyor. Elbette diyorum. Isımı emiyor. Dokunamadığım ve yerde pamuk dokusunu yitiren tüm kar tanelerinin bana karşı buz kestiği geçiyor aklımdan. İntikam yemini edip ısımı emmeye başlamışlar. Evet diye tekrarlıyorum içimden, erimek için ısımı emiyorlar.

Üşüdüğüm süre boyunca, bir yandan da kayıp düşmemek için kendimi kollarken anti bilimim yuları elinde tutmaya devam ediyor: belli, onlar da kalmak istemiyor ki ısımı emiyorlar. Eriyip gitmek istiyorlar. Yeter çocuklar çok tepişti üstlerinde. Hele o ellerinde billur sofra tuzu ile kar tuzlayan veletler... Ah! Hep sizin yüzünüzden!

Bir yerde geçiyor tabii.
Mantık ısıyı görünce amma saçmaladın normale dön diyor.
Seviyorum oysa saçmalamayı. Tabii dozu kar tanesi naifliğinde olunca. Buz kesmeden. Kararında.
Zira aklı başında kalabilmek lazım. Malum kar taneleri naif, insanlar buz. Sadece üşüdüğümüzde birbirimize sarılıyoruz...






Kendim olmama izin ver. 
Kim olmamı istediğini bilmiyorum. Neyin olmamı istediğini de. 
Sadece senin olmamı istediğini biliyorum. 
Alakamız her neyse; çalışanın, kadının, komşun, arkadaşın, kızın olmamı... 
Sen ne istiyorsan bende onu gördüğünü biliyorum. 
Göremediğinde beni itici bulduğunu da. 
Saçma.
Yok sayıyorum. 
En çok da dizüstü çoraplarımla yargılanmama aldırmıyorum. 



Bir kış gecesi yanıp sönen mumu izledin mi hiç? İzlediysen bilirsin ki fısıldamayı çok sever ateş -onu dinlemeden eriyen bedenine rağmen-.
Peki, ya bir kış gecesi balkonda otururken üşümenin keyfine vardın mı hiç?
Vardıysan bilirsin ki tüylerin dikeldikçe kendine gelir tüm rüyaların.
Silkelenirsin ardında bıraktığın reel kırbaçların ben demiştimliğinde...

Bir yandan o sırada,

Dolunay gökte.
Yollar bomboş kalmış akreple yelkovan gece 3'ü 5 geçe.
Sessizlik fısıldaşıyor. Bacaklarım boşalmış yorgunluğumun üzerine içtiğim 3 kadeh viskiden.
Kendimi dinliyorum.
Sessizliğimi dinliyorum.
Duydun mu?
Demek ki ben bile sessiz kalabiliyorum.
...
Keşke...
Keşke sen de kalabilseydin.
Keşke sen olmasaydın gecenin sessizliğini bozan.
Yağmurun sesini dinlerken, kulaklarımda çınlamasaydı 3 gün evvel söylediğin yıkımlar.
Ama olsun.
Mavinin hatrına kopsun fırtınalar.
Sonuçta toprağın kokusu değil mi bana nefesimi veren...
Varsın yağsın nefretinde yıkımlar.





Sevmeye ara verelim sevgili...

Değmemesi gereken ellerimiz birbirine değdiği için yerle yeksan oluyor bir aile. Nefesimi kulağında hissettiğinde anlı kanıyor simitçinin. Yanıma sokulduğunda kesiliyor elektrikler. Kasıklarıma dokunduğunda can veriyor merdiven altı kürtajda bir beden. Sana seni seviyorum dedikçe fırıncıyı günaha sokuyor yere düşürülen ekmekler. Birbirimizi ısıttıkça soğuktan donuyor yazın göbeğinde sabi bebekler.

Sarılıyoruz, insanlar ölüyor.
Öpüşüyoruz, insanlar ölüyor.
Sevişiyoruz, insanlar ölüyor.

Kötülük bu denli legal olmuşken, masumiyetimiz cehennemi körüklüyor. İyisi mi ayrılalım sevgili.
Gaddarlıkları kapıya dayanmadan önce saf günahlarımızı da alıp buralardan gitmeli.



 bang bang

Deri ve kemiklerle şekillendirilmiş yıldızlarız biz... 
Yalnız kalmak için bahaneler bulan adalarız. 
Tatmin ve arzularımızın yaşattığı hayalperestleriz. 
Yaptığı planları tutmayan, sonra da onların yasını yaşayanlarız. 
Dinazorları unutmayan, mamutları geri bekleyenleriz. 
Büyük patlamadan korkan, tanrı parçacığını bulamayanlarız. 
Baksana... 
Birbirinin etrafında dönen aylarız biz. 
Sevmek için daha ne bekliyoruz?

 bang bang




An olur, hayattaki her şey sana yanlış gelir,
                             "ah" olur, sen hayattaki en yanlış şeysindir!


Eve götürülen yanlış bavul gibi uyanırsın bir sabah, neredesin, içindekiler neden darmadağın edilmiş diye düşünmekten kafayı yersin. Ayılmak için girdiğin kahve dükkanında White Mocha dökülür bacaklarına, tarlada güneşin kavurduğu aç çocuklardan yemek çalan işçilere dönersin. Sonra gömülürsün dosyalara, kendini havaalanı kontrolüne takılmış free shop paketi gibi emanette hissedersin. 1 litreden fazla gelmenin borcunu ödediğin bu paradoksta, şu içi alkollü dışı ayık şişeler gibi yalnız ve konu mankenisin.
Derken, yanlış yankesici soyar seni, çünkü sürekli yanlış zamanda yanlış yerdesindir. Bir yerlerde koza bırakan kelebeğin kanatlarına mandal taktıkça, kendi yankesicinin yevmiyesini diğerlerine parsellersin. 
Özetle, salça üzerinde yeşermiş micro orman gibidir hayatta kapladığın yerin; ayrıca yükselenin bile hesapta yanlış, zaten sandığın gibi Baykuş burcu bile değildin.

Yanlışsın! 






Cismini anneannemin evinde öğrenmiştim, adını ise sonralar da. Evde ayak altından kalksın istenen her ne varsa tıkılırdı içine. Kimi zaman nevresimler kimi zaman kışlıklar. Yaz bitince yazlıklar... Hafızamda yer eden istikameti ise tavan altı. Tavan arası değil, üstü de değil. Aslında ne denir bilmiyorum ama galiba "tavan altı". Zira dar koridorun karşılıklı duvarlarına yerleştirilen destekler üzerine konulmuş tahtalardan oluşan bölmeler vardı evde: L şeklindeki koridorun bir başında, bir de L köşesinde olmak üzere iki tane tavan altı. Kullanılmayan eşyalarla birlikte hurçlar oraya kaldırılırdı. Bir de tavana çakılan çivilerle tutturulan örtüleri olurdu onların. Koridorda yürüyen kafasını kaldıracak olursa içindekileri perdelerdi o örtüler.

Tavan altından bir şey almak gerektiğinde, televizyonlu odanın küçük ve kapalı balkonunda duran merdiveni kullanırdık. O merdivene tırmanıp ne var ne yok diye bakmayı ne de severdim çocuk dünyamda. İlk bir sefer neyse de, her defasında aynı şeylere, aynı heyecanı duyabilirdim sırf araya biraz zaman giriyor, göreceklerim özlenmiş oluyor diye. Oysa, hiçbiri sürpriz değildi. L'nin başı kıyafetlerin olduğu hurç ve valizlerle, köşesiyse ayakkabılar, elektronik aletler, kablolar ve çivilerle doluydu.

-Tavana kaldırılacaklar...
Böyle bir söylem dolanırdı mevsim geçişlerinde. Yukarıdan inen hurç, aşağıda, koridora yığılan kıyafetlerle doldurulurdu. Sonra evin kuvvetlisi yükler omzuna, küçük balkondan aldığı merdivenle tavan altına çıkarırdı. Kenarlarına da poşetlere, çantalara doldurulmuş kıyafetler sıkıştırılırdı -milim boş alan kalmamalıymışcasına-. Yine bu hurç günlerinden bir gün; dedemin merdivenle indirdiği; aynı gün yeniden çıkardığı hurç gelir aklıma. Bir de sonraki günlerde şişen omzu. Hurç yüzünden incindiğini sandığım sırtı. Günlerce yattığı salondaki çekyatı...

Sevmedim o günlerde tavan altını. Giymek istemedim ısınan havalarda bahar kıyafetlerimi. Hep gözümün önüne geldi merdivenle tırmandığı tavan altı. Keşke dedim. Keşke o çıkarmasaydı... Çünkü zordu. Hep zordur zaten ama o dönem çok daha zordu. Bir hurç, onun ölümüne neden oldu. Animasyon gifleri gibi tekrarlanıyor gözümde. Sırtı dönük, sağ omzuna almış bir hurç, çıkıyor küçük balkondan getirdiği merdivenle tavan altına. Ardından omzundaki şişlik. Salondaki çekyat. Derken yine sırtı dönük, sağ omzuna almış bir hurç, çıkıyor... Oynayıp duruyor aynı görüntü. Daha da bileniyorum hurca. Oysa çok sürmemişti. Öğrenmiştim sırtındaki şişliğin gerçek nedenini; bedenine yayılan prostat kanserini. Aylarca gizlediği, dinç duruşunun altında kalan buz dağı dibini. Ama yine de hurç geliyor gözümün önüne. Keşke diyorum. Keşke o çıkarmasaydı...

Aradan geçen onca yılın sonunda, ilk defa, bugün dökülüyor bu kelimeler. Hurç neden oluyor yine buna. Durduk yere akla gelen hurç, ailemi kaybetme korkusu uyandırıyor içimde. Yine aynı animasyon gif oynuyor gözümün önünde. Hem hüznü hissediyorum hem de huzuru. Evet, yazarken ben de kendime tekrar ediyorum şimdi. İlginç ama "huzuru". Dedemi düşünüyorum o merdiveni çıkarken. Keşke diyorum. Keşke hurç incitmiş olsaydı onu sadece. Sonra umarım diyorum. Umarım hurç incitir ailemi sadece. 

Şimdilerde ne o ev var, ne de tavan altı. Nereden geldi aklıma onu bile bilmiyorum. Ama ben bugün hurç ve bilincimin altına kapattıklarımı azat ediyorum. Korkularımı yükledim hurç içine, bu defa kendi ellerimle çıkarıyorum tavan altına küçük balkondan getirdiğim merdivenle. L'nin başında kalan, kıyafetlerin olduğu yere. Birlikte olduğumuz zamanlara olan özlemle ailemi masum hurçta saklıyorum. Galiba huzur da buradan geliyor bu gece.



 Goodnight Moon

Uzun zaman oldu Ay'a yazmayalı...
Oysa çok daha yakın olalım diye kavramamış mıydım onu ellerimle? Bir tek benim etrafımda dönsün diye indirmemiş miydim asılı kaldığı gökyüzünden?
Demek ki onu boğmakla yanlış yaptım. Sevmeyi beceremedim. 
Göğsüme yasladığım yüzü karanlıkta kalınca aydın yanını tek başına sevemedim.

Ne mi oldu?
İşte, birkaç savunma mekanizmasıyla son durum: Ay ve ben bir süredir konuşmuyoruz.

1) Bastırma: Anlamadım, konu nedir?

2) Bahane bulma (Mantığa bürüme): İyi de, zaten çok konuştuğumuz da yoktu...

3) Yansıtma: Konuşmuyoruz çünkü onun tek dünyası olmamı istiyor. Elinden gelse beni alıp gezegeni yapacak.

4) Karşıt tepki geliştirme: Bence beni çok boğmamalıydı. Kıskançlığın ve sahiplenmenin de bir dozu olmalı canım.

5) Hayal kurma: Oysa şimdi yanıma inse. Yine penceremden beni izlese. Gel dese bana. Gel de pencereni arala...

6) Kaçma: Konuşmazsak konuşmayalım.

7) Yön değiştirme: Konuşmamamız mesele değil. Benim derdim pencereyle. Vasistas nasıl olur da açılmaz!

8) Pollyanna: Neyse ki Dünya hâlâ beni içinde istiyor.


Birbirinden bağımsız ama bir o kadar da bağımlı, çoğu eş zamanlı duygularımla tanıştın mı sevgili okur?
Nasıl da dağınık görünüyor zihnim değil mi? Oysa bu dağınıklık oluyor beni dağılmaktan koruyan, zihnini kollayan. Tıpkı senin zihninde mesai yapan savunma mekanizmaların gibi...

Sonuç olarak iyiyiz Ay'la. Her zaman olduğumuz gibi. Bu yazı sadece en dolaylı haliyle birkaç mekanizma temsili.   -hoşgeldinfreud-


Bir diğer Savunma Mekanizmaları yazım için tıkla, Bu konu biraz ağır ama...







İn insanın içinde, dibinde, derininde.
İnsan ininin dışında, uzağında, sığlığında.
Bu karambole gidişler neyin kafası bilmem ama,
Çok fena kaşıyor bizi bu dilemma.






Ben sana aşık oldum Külüstür.

Sen devdin, bense yeni yetme.
Altında kaldığım an daha da büyümem sandın ama bak, büyüdüm.


Stockholm Sendromu deseler de adına,
Ben sana aşık olduğumda Külüstür,
Ne dediklerini anlamadığım gibi üstüne bir de sana doğru süzüldüm.

Sen mi?
Yine anlamadın Külüstür...

Zor da değildi aslında,
Belli ki ilk ezilişte aşktı benimkisi. 
Belli ki benden habersizliğindi çürüten seni.

Ama bak, ne olursa olsun ben içinden büyüdüm.


Mevzubahis, dalgalarla olan münasebetinden alsa da fotoğraftaki rengini, özünde kar beyaz olan, nam-ı diğer marble bir kaya.



Bir kayanın üstündeyim.
Çıkıntılı, hafiften rahatsız bir kaya. Ama yerleşecek kıvamda bir düzlük buluyorum yıl boyu masa başından kalkmayan "rahatı yerinde" yaşamıma.
-"Kaya" sınıflandırmama kanma, "marble" diyorlar adına buralarda.-

Yirmi metre ötesi lacivert, berisi yeşil bir deniz var ayaklarımın altında. Biçimsiz, sıra sıra turuncu dubaların ardından gelen dalgalar yüzüme patlıyor köklerime çarptıkça.
Islanıyor tüm dünyam.
Sırılsıklam oluyor bacaklarım, gözlüğümün camı ve iki kelam etmeye çabaladığım, tavernadan rica edilmiş kenarı yırtık kağıt parçası. Ama umursamıyorum. Bir tek kelimelerim ölümsüzleşirken destek olan kitabın ıslanmasına içleniyorum. -Sayfasını kıvırmaya bile kıyamadığım kitabın ıslanmasına.-

Ne akan mürekkep ne de etkisi geçen güneş kremi kaldırabiliyor beni olduğum yerden.
Öylesine huzurlu, öylesine dinlendirici, öylesine ilham verici bir kaya ki bu sayfalarca yazmak istiyorum.
Olmaz ya, bir de o kayanın üstünde bir daktilo hayal ediyorum...

Bikinimin sırtı çapraz. Beyaz tenim, emrivaki yeni rengine alışamayacak olsa da rüzgârın serinliğine kanıp güneşe meydan okuyorum.
Gel diyorum.
Gel ve gir içime.
Tüm bedenime doku güneş desenini. Ben burada huzur buldukça sana aitim. Denize aitim. Yüzümde patlayan dalgalara, "Bu kadın orada ne yapıyor?" bakışlarına aitim.
Anlıyorum ki doğanın büyüsüne kapıldığım bu seyahatimde* en çok bu kayadaki kar beyaz saatlerimi seveceğim.
Mutluyum.
Huzurluyum.
Hayatımdaki herkese, her şeye "dur" dediğim bugün adına yalnızca keyfimin bedelinden, ıslanan Ahmet Hamdi Tanpınar eserinden, özür dilerim.

28.07.2014/ *Thassos 

Son söz

Kendi kendime bunları karalarken birkaç kare çekilmiş ardımdan habersiz. İyi ki dedim. İyi ki de ölümsüzleştirmişsin bu anı Abidin. Bak, şimdi de portfolyona huzurun resmini ekledin. 

(Benimle dinle...)








... diye surat asmıştı okurlarına -kimse görmedi-. 
Oysa, eskisi gibi yazsa belki de böyle bir trip hiç gerekmeyecekti.


Oturdum ve eski yazılarıma baktım.
Çoğu ne kadar toy, ne kadar naif, ne kadar da umut dolu.
Dağınık cümleler, imla hataları...
İnsan bir garip oluyor kendi yazılarını okurken;"o" günü, yazdığı hislerini hatırlarken.
Hele o uzunun da uzunu cümlelerim...

Ne de çok yazmışım. Ne de çok yazacak şey bulmuşum.
Şimdi o kadar yazamıyor oluşuma kızgınım.
-Yazacak şeyim olmadığından değil, yazamayışlarıma kızgınım-

En çok kendime, azdan da biraz fazla size kırgınım.

Nerdeyim?
Nerdesiniz?



Günlerdir nefesimiz kömür karası...

Ama onun fotoğraflarına bakmak bile temiz bir nefes!


Nefes. 
Minnet.
Borç. 
Özlem. 
Sevgi. 
Zoraki, korkuyla, putperestlikle değil candan sevgi. 
En çok da nefes. 
Nefes 
Nefes 
Nefes 
Yüz ifadesi bile nefes!


Oturtulduk bir sandalyeye, işkence görüyoruz.
Ellerimiz arkadan bağlı, ayaklarımızda prangalar.
Kapatamayalım diye bantladıkları göz kapaklarımız yetmezmiş gibi bir de ağzımıza koca bir çorap tıktılar.

Alay eder gibi zevkle izlettiriyorlar, dinlettiriyorlar, okutturuyorlar.

Öyle ki bu işkenceyle açlık değil,
Susuzluk değil,
Darp değil,
İnsanlık öldürüyor bizi.

Soma bir kez daha yüzümüze vururken işlevsizleştirilişimizi,
Nefes alamıyoruz.

Sonunda tüm millet bir olduk, işkence görüyoruz.


Bu bayram hep kutlansın

Bugün, sokakta, internette, televizyonda, arkadaşımızın suratında...
Nereye baksak 23 Nisan Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı var.
Bugünü, kimi ülkemizde çocukların olumsuz koşullarına ve çiğnenen haklarına dikkat çekerek,
kimi de Mustafa Kemal'in armağan ettiği bayramımızı kutlayarak tamamlayacak.

Kimi böyle günleri kutlamayı anlamsız bulduğunu söyleyerek kutlayanlara sataşırken, kimisi falanca yerde çocuklar ölürken siz bayram mı kutluyorsunuz dramasına* kapılacak.

Ben mi?
Ben bugünü kutlayanların harmanlanmış düşüncelerine sahibim, sivri köşelere çekilmeye gerek yok.
23 Nisan, motivasyon ve değerleri "hatırlamak" adına güzel bir bayram.
Ama aynı şekilde her güne işlenmesi gereken çocuk hakları sorumluluk bilincine de dair dikkat çekmek için ideal bir gün.

"1" Gün

Aslında,
"önemli olan bir gün değil, her gün" demeci klişeleşmiş gelse de çoğu kişiye, atlanılan yadsınamaz bir gerçekliği olduğunu savunanlardanım.

Değer vermeyi, verilen değeri göstermeyi bilmiyoruz. 
Öğretilmiş, ezberlenmiş günlerle vicdanımızı rahatlatıyor, takvim gereği görev bildiğimizi yerine getiriyoruz.

Keyifli ya da yorucu, ardı ardına bitirdiğimiz günlerle bir şeyi elimizden kaybedene dek "o" şeyi sıradan görüyoruz.
İnsani yapımız sebep buna, en "benim" diyenin bile kurtulamadığı algısal bir hastalığımız.
Teşekkürler babacığım, iyi ki doğmuşum!



Seni, beni, bizi eleştiriyorum sanmayın.
Zira eleştirmek için yargıladığını yapmıyor olmalı insan.
Ama ben yapıyorum.

Her gününe mâna yüklemem gereken hayatımda doğum günlerimi ayrı seviyorum.
Diğer günlerde doğduğuma küfrettiğimden ya da daha az özel olduğumdan değil,
bugünü bahane edip kendimi şımartmayı alışkanlık edindiğimden.
-Hoop! Geldik mi yine baştaki motivasyon kavramına-



O yüzden 23 Nisan'ı ne olursa olsun kutlayalım isterim.
O yüzden beni sadece 23 Nisan'da arayan arkadaşlarıma sitem etmek yerine teşekkür ederim.

Çünkü yitirene kadar değerini anlamadığımız güzellikleri, hiç olmazsa senede bir gün motivasyon aracı olarak görmenin bize iyi geleceğine eminim.

Uzun lafın kısası,
bayramımızı da beni de çok sevelim. 





* Neden mi drama? 
-Dünya genelinde her gün kaç çocuk ölüyor farkında mısın?
- Dünya genelinde her gün kaç çocuk istismar ediliyor farkında mısın?
- Dünya genelinde her gün kaç çocuk tarafından cinayet işleniyor farkında mısın?
- Dünya genelinde her gün kaç çocuk bakılmayacağı bir evde sadece üreme güdüsünü tatmin eden ebeveynleri yüzünden gözlerini açıyor farkında mısın?
Dünya genelinde her gün insanların başına neler geliyor, dünya nereye gidiyor, bize neler oluyor farkında mısın?
Bu bakış açısıyla bırak özel günleri, alınan nefesin bile bencilce geliyor olması lazım. 
Bu da mümkün olmadığına göre algısal hastalığa selam çakmak şart.
(Girizgâh'ın ardından...)





Söylemek istediklerimi söyleyemediğim, yaşamak istediklerimin önüne kendi ellerimle set koyduğum bir günün daha ardından odamdayım. Ay inmiş penceremin önüne, perde aralığından beni dikizliyor. Ben ise ondan bihaber usul usul çözüyorum gömleğimin düğmelerini aynaya karşı. Dışarıdan gelen esintiyle değil de düşüncelerimle ürperirken tüylerim, aynadaki yansımam pütür pütür tenimi ele veriyor. Dert etmiyorum pürüzsüz olmayışımı. Dokunmaya başlıyorum kendime. Seviyorum kendimi daha önce kimselerin sevmediği gibi. Ama fayda etmiyor, üşüyorum.

Yorgun ve susuz kalmış bedenim uyumak isterken, aklım her günü birbirin aynısı olan rutin hayatıma dair soğuk sorguların peşinde. Bedenim başka şey istiyor, aklım başka derken unutuğum ruhumu tek başına dansa kalkmış halde buluyorum. Hepsini bir araya toplayacak beynim ise sarhoşluktan dengesiz. Dünyası dönüyor, midesi bulanıyor. Hiç olmazsa sabaha iyi uyansın diye bir bardak su almaya mutfağa gidecekken, yuları eline alan us karşıma dikiliyor. Tökezliyorum.  Kabullenerek aklımdakilerle başa çıkamayacağımı, en az bedenim kadar çıplaklığın yalınlığına susayan anarşik benliğimi durduruyorum. Derken varlığını yokluğundaki karanlıktan anladığım Ay’ın nereye gittiğini sorgulamaya başlıyorum.

Ay yok. Ay mesaisini erken bitirmiş olmalı bu gece. Ardında bıraktığı karanlık benim için ürkütücü olsa da, doğru bildiklerini sorgulamak isteyen us için en iyi üs olabilir. Bu yüzden sendeleye sendeleye bana yön veren beynimin komutlarına uyarak, geceye bakmak üzere yüzümü pencereye dönüyorum. Ama, perdemi açmamla beraber karşımda kanımı donduran onlarca bakış karşılıyor benliğimi. Kınıyorlar beni. Kınanıyorlar çıplaklığımı. Kınıyorum idelerimi taşlayan o gözleri! Kızgınlığım maskelere olan hırsımı körüklüyor. Haykırıyorum yüzlerine bir bir dilime düşen çıplak kelimeleri. Kimisi taşlamaya devam ediyor; camlar kırık, kolumda küçük küçük kesikler. Kimisi ise kraldan çok kralcı, benim adıma utanıp kafasını evine gömüyor. Pes ettim diyemem ama yılıyorum anlatmaktan kendimi. Geri çekilip, çıplaklığın bu denli tabu olduğu dünyaya penceremden kalan çerçeveyi kapıyorum. Karşımda yine ayna ve pütür pütür tenim. Dokunuyorum daha da çok üşümeye başlayan benliğime. Dejavu yaşıyorum zannederken ses tellerimin acısı fark koyuyor tekerrürle arasına. Tükenmiş hissediyorum. Kurumuş dudaklarım susuzluğumu bir kez daha yüzüme vururken mutfağa gitmeye yelteniyorum ama yuları eline alan us bana yine hükmediyor. Duruyorum.


Ay bilerek saklanmış kör noktama, saklambaçtan bihaber gözlerim dalıyor sırları dökülmüş aynaya.  Hâlâ üşüyorum ama gelmiyor içimden üzerime bir şeyler giymek. Kimbilir, belki de çıplaklığını tadabilmişken öğretilerle giydirmek istemiyorumdur gerçeği. Bilmiyorum. Anlayamıyorum. Sanki bizi kirleten tabular değilmiş gibi neden herkes giyinik olma çabası içinde? Neden bütün tenler pütür pütür olmaktan korkuyor? Pürüzsüzlük, özgürlükten daha mı şık duruyor başkalarının üzerinde? Bulamayınca aradığım cevapları aynada, şevkim kırılıyor. Dizlerimi kırıp uzanıveriyorum olduğum yerde yere. Etrafa saçılmış kıyafetlerimin ortasında cenin gibi kıvrılmışken, gözüme yatağın altındaki boş su şişesi çarpıyor. Susuzluğumla da bir kez daha yüzleşince iyice anlıyorum: Bu gece aydınlığım yok Ay'dan yana.  
Uyuyorum.




Yaşadıklarımıza, şahit olduklarımıza, işittiklerimize inanabiliyor musun sevgili okur? Biliyor musun, ben inanma evresini geçtim, her defasında biraz daha kanıksıyor olmaktan korkuyorum. Zira, bugüne kadar hiçbir pesimizm türü bu denli kötü niyete bulaşmamıştı. Ve hiçbir hata tüm bunları olağan kabul etmek kadar tehlikeli olmamıştı.
Keşke okumakla kalmasan ve desen şimdi bana, "bak bu ilk değil, evveli gibi bu da geçip gidecek..."Neyse.
Kendimi kötü hissediyorum sevgili okur. Yorgunluğundan ölüyorum tüm bu olanların. Kulaklarım patlıyor konuşmayanların sessizliğinden. Acı bir tat geliyor ağzıma söylenmemiş sözler yüzünden. Beynim karıncalanıyor bildiklerimden. Oysa bilinmeyen bir dünya ne güzel olurdu değil mi? Çünkü bilinenler bizi hayli tüketiyormuş gibi görünüyor. Mesela bu gece yatağımıza gitsek ve uyusak, yeni günde olayların farklı olduğu diğer bir dünyada açsak gözlerimizi ne güzel olurdu değil mi? Öyle bir dünya ki, sessiz boyun eğişimiz, sessizliğimiz almamış bizden değerlerimizi. Öyle ki değerlerimiz bizim için eskisiden bile daha değerli. Ne dersin, belki boşuna umut etmemişizdir. Belki hâlâ bir şans vardır. Belki tüm bunlara rağmen yarın herkes insanlığa uyanır. Ama o zamana kadar sen gözlerini kapa, ben de yanına sıkışayım. Elimde tüm saflığı ve masumiyeti ile bir unicorn masalı, hümanizmin hatrına sana güzel insanlar anlatayım.
iyi geceler

Sev beni.
Öyle çok sev ki, sevgini gördükçe gülümsemeye başlayayım. Seni de sevgini de alıp sımsıkı sarmalamak için çıldırayım. Uğruna saçımın yarısını siyaha, yarısını beyaza boyatayım.
Yeter ki penguenler gibi sev beni.

Sev ki, düşmeden ben seni, penguenler gökyüzünü seyre dalabilsin.



Minik bir öykü yazdım, adını "Karanlık" koydum. Mutsuz Aşk Vardır demek için bu defa kitapla buluştum.

Devamının gelmesi dileği ile...


D&R linki: http://bit.ly/MutsuzAskvardirDR



Ay ışığı vururken aynama, kaybediyorum tüm ezberleri. Reddediyorum başkalarının yonttuğu benliğimi. Öğretilenlerden sıyrılıp, doğrularımı ayıklamaya başlıyorum nöronlar arasında. Ama ben kurcaladıkça dengesi bozuluyor beynimin, sarhoş oluyor, midesi tutuyor. 
Kendimi bulmanın arifesindeyken çömezliğimden sebep dünya dönüyor, beceremiyorum. Çuvallamam yetmezmiş gibi, bir de halime isyan eden aklım yuları eline almış bana hükmediyor. Hakimiyet kuramıyorum üzerlerinde. Kontrolümden çıkmak istiyor ideler. 
Var olan  tüm gücümle durun diyorum ama olmuyor. 
Tökezliyorum.

Oysa bu sırada karanlık tarafım içime istifra ediyor,

Dilediğimce konuşabildiğim gibi sevişeceğim de. Susabildiğim gibi reddedeceğim. Görmenizi istediğimde karşınıza geçip pankart kaldırabildiğim gibi, yok olmak istediğimde göz kapaklarınızı bizzat ellerimle indireceğim.

Sızıyorum.




Dünya döndükçe yıllar da olanca hızıyla geçiyor. Dizginlenemez bir şekilde gelişen bilim ve teknolojinin paralelinde hayatlarımız da günden güne kolaylaşıyor. Sevmekle kalmayıp bağımlısı oluyoruz basit olan her şeyin. Bu basitlik sadece zihnimizi ve bedenimizi değil, ilişkilerimizi de tembelleştiriyor. Öyle ki, aynı ev içinde ailemizle bile beş dakika sohbet etmeye üşeniyoruz artık. Biz, bir zamanların sobalı evde büyüyen sıcakkanlı çocukları, farkına varmadık belki ama şimdilerde hayatımıza giren ultra teknoloji sonucu mutasyona uğradık...

Bundan yıllar yıllar önce, dünya bu kadar küçük değilken, insanlar mikro topluluklar halinde hayatlarını idame ettirirlerdi. Bugünümüzden farklı olarak eskinin tek yerleşim alanı alternatifleri, adına köy ve kasaba dediğimiz alanlardı. Toplum, yardımlaşma, komşuluk ve birlik olma bilinci gibi kavramları insanlar bu küçük zümrelerde doğurmuş olsalar da, bir yerden sonra izole hayat sürmenin peşine düştüler. Ve, daha geniş yaşam alanlarına yayılma arzuları bugünün metropollerine kadar uzanan serüvenlerini başlattı. Git gide artan insan nüfusu ve hayatlarını daha iyi idame ettirme gayeleri bir yana dursun, özel hayatın olmadığı ve herkesin birbiri hakkında çok fazla şey bildiği bu küçük yaşam alanları, insanları köy ve kasabalardan büyük şehirlere taşınmaya iten yan kuvvet konumundaydı. Zira, karşı pencere ardında yaşananların rahatlıkla bilinebildiği bu yerler, herhangi birinin sır saklaması için artık çok küçüktü.
Düşününce, bence insanoğlunun o dönem ihtiyaçlarından sebep ortaya koyduğu ‘özel hayat’ kavramı, tıpkı bugünküler gibi modern bir icattı. Ve, yine tıpkı bugünküler gibi insanlar arasına mesafe koymanın peşindeydi. Ama bu defa bu mesafeler günden güne küçülen dünyanın sınırlarından taştı. Eskilerin özel hayat kavramının tam tersine, artık herkes, herkes hakkındaki her şeyi biliyor -Hem de hiç umursamadığı halde-  ve herkes her şeyini artık en çok kendi ailesine anlatmaktan kaçıyor –Aslında gerçekten umursayacak olanlar onlar olduğu halde- Gönüllü olarak bizler tarafından devşirilen özel hayat kavramı genele bakınca bizi şu sıra eğlendirse de, insan ilişkilerimizden, en çok da aile ilişkilerimizden bizi ayrı koyması olumsuz bir yanı. Eski zamanlarda pencere dışındakilerden özel hayat saklanmak istense de, hane içinde bir bütünlük vardı. Çünkü ortak paylaşımlar bir ailenin olmazsa olmazlarının başında yer alırdı ve o zamanlar teknoloji bu denli hayatımızda başrol oynamazdı. Ne zaman teknoloji geldi, işte o zaman uzaklaşmaya başladı aile bireyleri birbirinden. İnternet, sosyal medya ve sanal ilişkilerin sahicilerin yerini tutması bir yana dursun, ilişkilerimizin uğradığı mutasyonu fitilleyen neydi biliyor musunuz? “Kaloriferler”
Eski zamanlarda soğuk kış gecelerini ısıtmak için yalnızca tek bir soba vardı. Ve bu soba tıklım tıkış da olsa herkesi bir araya toplamayı başaran yegane araçtı. Ailenin tüm bireyleri, evin küçüğü de büyüğü de; eve erken geleni de geç geleni de evin bir odasında kurulu olan bu sobanın etrafında toplanır, yemekler o sobanın yamacında yenir, ödevler o sobanın yanında yapılırdı. Isınmak için bir araya gelen aile birbirini daha çok tanımak ister, daha çok dinler ve daha çok anlatırdı. Tuvalete gitmek için odadan çıktığın anda iliklerine kadar donsan da ya da buz gibi yatağın içinde dizlerini karnına çekip yorgana yumulsan da, sobanın içini ısıttığının yanında üşüdüğün kadarı çok da önemli olmazdı. -Hoş, bunun anlamını o zamanlar kimbilir hangimiz bilirdi?-
Sonra hanemize teknoloji girdi ve kalorifer evin her yerini ısıtmaya başladı. Artık tüm aile bireylerinin kendine has sıcak odası vardı. Sonra daha da teknoloji geldi ve herkes, herkesle odasından çıkmadan konuşabilmenin verdiği hazza kapıldı. Sobanın üstünde sıcak kalan tencerenin yerini, buzdolabından çıkan soğuk yemeği ısıtan mikrodalgalar aldı; eve girince aile bireylerine verilen selamın ardından, kapıyı içerden kapatıp odaya kapanmanın tıkırtısı yankılanır oldu. Dahası, okul sıralarını soba üstüne atılan mandalina kabuğunun büzüşmesini hiç izlememiş ya da kolanya döküp alev almasını görmemiş çocuklar doldurdu. “Cıs” nedir bilmeden büyüyen bir nesil belki elini hiç yakmadı ama gerçekten aile ve birey olabilmenin farkına da bizler kadar şahit olamadı.

Yetmedi, kaloriferlerle başlayan iletişim mutasyonumuz, şimdilerin sosyal medya araçları ile iyice kamçılandı. Kamçılandıkça mutasyon daha da hızlandı. Adeta asırlardır bu teknoloji meyvesini bekliyormuşcasına sarıldık renkli iletişim ağlarına. Sarıldık ama ne kadar ısınabildik? Bırakın yoğun duygularla sevdiceğimizle konuşmayı ya da arkadaşımıza derdimizi anlatmayı, uçmayan mavi bir kuşu aile sohbetlerimize tercih eder olduk. Çünkü kaloriferin hayatımıza girişiyle iletişimimizi ısıtan soba etkisine veda ettik. Zira, soba kovası hazırlamak zahmet isterdi. Hadi hazırladın diyelim, yakması ayrı bir beceriydi. Çok sıcak olunca altını kapamayı, oda soğuyunca altını yeniden açmayı gerektirirdi. Tüm bunlar o zamanlar olmasa da, şimdilerin basitliğinde bize zor geldi. Kalorifer gibi hazır bir sistem de karşımıza çıkınca, diğer her şeyde olduğu gibi tembelleşme iletişimimizi ele geçirdi. Uzun lafın kısası, emek verilen soba etkisi gitti, sahici olan o sıcak sohbetler bitti. 


Gugulda arattım: “evren kaç yaşında”
Solumda evren çıktı 13,8 milyar yıl, sağımda Evren çıktı darağacının gölgesine rağmen 96 yıl.
Küstüm kapadım. 





Koltuksuz evin ortasında halıya uzanmış,
Matbaadan çıkma bir adama aşık oluyorum.
Bitmesin kelimeler, gelmesin sonumuz diye
Önsöze dönüp dönüp yazarla yeniden tanışıyorum.
Mektup* mu taşıyormuş TIR?
TIR mektup mu yazmış?
PTT'tedeki T'lerden biri telgraf değil de TIR mı?
Gülen böyle beddua etmeyi nerden öğrendi?

Başım döndü.



*Gündemin yeni maskesi mektup. Acaba üzerine pul yapıştırmış mıdır hoca? 
Fetullah ah etti, gelen gideni aratır familyasından yeni bakanlarımız oldu.
Borsa uf oldu, dolar oh oldu.
-Borsa İstanbul'daki kayıp yüzde 3'ü aştı, endeks 67 bin puanın altına geriledi. Dolar desen 2,0868'lerde-
Ölene olan, kalana olacaklar hakkında her şey hâlâ halı altında.
Onlar çelik ayna oynarken, olan yine sade vatandaşıma oldu, vah oldu.
Acun'la da karşılıklı ağlaşamayacağıma göre, az huzur için uyumaya gittim gelicem.
Blogger tarafından desteklenmektedir.